Kendi Merkezinde Var Olma

 Bireyin yaşamı boyunca merkezi değerleri belirleme sürecinde yaşadığı sancılar, geçici ya da kalıcı etkiler yaratarak her vakit içsel gündeminde yerini korur. Zamanla bu arayış, toplumda da kabul gören aşk, para, inanç veya başkalarına faydalı olma arzusu gibi başlıklar etrafında şekillenir. Kimi zaman kalbin derinliklerinde hissedilen bu yönelimler, zaman zaman da aklın süzgecinden geçen tercihler olarak ortaya çıkar. Viktor Frankl’ın logoterapisi de bize gösterir ki, insanın temel motivasyonu haz ya da güç değil, her daim var olan anlam arayışıdır. Anlam, bizi hayatta tutan ve merkeze yerleşen o sessiz gücün kendisidir.

 Frankl’a göre, her koşulda hayatın bir anlamı vardır. En ağır acılar veya hiç geçmeyen kayıplar bile kendi içlerinde bir anlam taşır. Bu anlamı keşfetmek, bireye her durumda yaşamı sürdürmek için bir neden sunar. İşte tam bu noktada, insanın merkeze aldığı değerler önem kazanır. Merkezine aşkı koyan kişi, birlikte anlamlı ve değerli bir yol oluşturma çerçevesinde görebiliyorsa; parayı koyan kişi, onu yalnızca biriktirmek için değil, belirli bir amaç uğruna kullanabiliyorsa; inancı koyan kişi, onu sorgulayıp içsel bir referansa dönüştürebiliyorsa, işte o zaman bu değerler, anlam kazanarak gerçekten merkeze yerleşme adayı olabilir.

 Logoterapi, bireyin yaşamına anlam katma süreç ve değerlerini savunur. Bu arayış sekteye uğradığında ise kişi kendini “anlamsızlık” ve “boşluk” hissiyle karşı karşıya bulur. Frankl bu durumu “varoluşsal vakum” olarak adlandırır. Bu vakum, bireyin yönsüzleşmesine, hayata karşı isteksizlik ve umutsuzluk geliştirmesine neden olabilir. Bununla birlikte logoterapinin temel yaklaşımı, her bireyin kendi yaşamının anlamını keşfetme sorumluluğuna sahip olduğudur. Anlam bazen bir hedefte, bazen bir ilişkide, bazen de sadece var olmanın kendisinde bulunabilir. Önemli olan, kişinin koşullar ne kadar zorlayıcı olursa olsun, içsel özgürlüğünü —fiziksel, zihinsel ve psikolojik boyutlarıyla— koruyarak kendi anlamını/merkezini inşa edebilmesidir. Hayatta bazen, ağacın gölgesinde saatlerce duran bir köpek gibi sadece var olmak gerekse de anlamı veya merkezi olmayan bir hayat insanoğlu için sürdürülebilir olmayabilmektedir.

“He who has a why to live can bear with almost any how.”
Yaşamak için bir nedeni olan, neredeyse her nasıla katlanabilir.
— Friedrich Nietzsche

Logoterapi Yöntemleri ve Bireysel Dönüşüm
 Logoterapide üç temel teknik öne çıkar: Derefleksiyon, Paradoksal Niyet ve Sokratik Diyalog (ya da tutum değişikliği). Derefleksiyon, bireyin semptomlara aşırı odaklanmasını engelleyip dikkatini daha anlamlı hedeflere yönlendirir; örneğin kaybolmuş hissettiğinde “Ben ne için yaşıyorum?” diye sormak, zihni çıkmazdan çıkararak yeni bir anlam arayışına yönlendirebilir. Paradoksal Niyet, kişinin korktuğu durumla bilinçli olarak yüzleşmesini sağlar; uyuyamamaktan korkan birinin “bu gece kesin uyanık kalacağım” diyerek kaygısıyla alay etmesi buna klasik bir örnektir. Son olarak, Sokratik Diyalog yani tutum değişikliği, bireyin kendi içsel sorularıyla yaşama dair yeni bir bakış açısı geliştirmesine olanak tanır; acının kaçınılmaz olduğu durumlarda bile insanın ona nasıl yaklaşacağı özgür iradesiyle belirlenir ve bu noktada hayal gücü güçlü bir araç olarak, henüz gerçekleşmemiş düşler aracılığıyla umut ve yeni tutumlar filizlendirebilir.

 Bu tekniklerin ışığında düşünüldüğünde hayata hangi anlamı yüklediğimizden çok, onu nasıl taşıdığımızın da belirleyici olduğu ortaya çıkmaktadır. Örneğin, çocuğunu kaybeden bir anne, yaşadığı boşluğu yalnızca acıyla değil; kaybettiği sevgiyi yeni bir bağa dönüştürme umuduyla doldurabilir. Bu bağ bazen başka çocuklara şefkat göstermek, bazen de toplumsal bir fayda yaratmak şeklinde ortaya çıkabilir. Logoterapi literatüründe de vurgulandığı üzere, kayıp ve travma karşısında yeni anlam yolları hayaller aracılığıyla açığa çıkar. Benzer şekilde, kronik bir hastalıkla yaşayan birey de merkezine yalnızca hastalığını değil; sahip olduğu bilgi ve deneyimi başkalarına aktarma hayalini yerleştirdiğinde, yaşamına onurlu ve dönüştürücü bir anlam katabilir.

 Elbette logoterapinin felsefi boyutu, özellikle ağır depresyon ya da kronik çaresizlik anlarında erişilmesi güç görünebilir. Böyle durumlarda “anlam merkezini bul” çağrısı, kişiye ilk bakışta soyut ve ulaşılmaz bir dağ gibi gelebilir. Üstelik herkesin hayal kurma kapasitesi ve yaşam koşulları eşit değildir. Ancak Frankl’ın temel öğretisi şunu hatırlatır: Zorluk, anlamı geçersiz kılmaz; tam tersine ona daha derin bir değer kazandırır.

Toplumsal ve Varoluşsal Boyut
 Dış dünyadan kopmak anlam dışı görünse de, bu dış gerçeklikten kaçınmak—ya da onunla bağlantısız kalmak—kendimize özgü bir zihinsel alan yaratma fırsatı sunabilmektedir. “Dışarıda ne olup bittiği beni ilgilendirmedi” gibi düşünceler güvenli bir iç dünya inşa edebilirken, insanı zamanla kendi çağından kopararak patolojik bir yalnızlığa da sürükleyebilir. Buradaki dengeyi korumak oldukça kritik bir nüanstır ki birey, özel yaşamını kendi inanç sistemine göre —ibadetleriyle, ritüelleriyle— düzenleme özgürlüğü dahil her kapsamda bu alana sahip olmalıdır. Fakat burada kritik olan şudur: Hiçbir dinin ritüeli, emri ya da hükmü evrensel bir değer taşımaz; bunlar, sadece o inanç sistemine bağlı kişiler için anlamlıdır. Bunun aksi, yani dindarlar için geçerli olanın herkes için geçerli olduğu yanılsaması, en çarpıcı toplumsal zıtlaşmalardan biridir. Zihin, kendi merkezine dalıp dış dünyayı olduğundan farklı algılamaya özellikle bu senaryolarda daha eğilimlidir.

“By convention sweet is sweet, bitter is bitter, hot is hot, cold is cold, color is color; but in reality atoms and void.”
Tat, renk, acı–sıcaklık gibi duyu verileri zihinde oluşur; gerçekte ise sadece atomlar ve boşluk vardır.
— Demokritos

 Bu perspektif, logoterapik açıdan düşündüğümüzde anlamlı bir paralellik sunar: Dünyadan izole olduğumuzda ya da kendimizi anlam metaforlarıyla (inanç, sembol, ritüel vb.) donattığımızda algısal bir gerçeklik yaratıyoruz. Ne var ki Frankl’ın vurguladığı gibi, anlam varoluşun kendisinden türetilmeli—süslü kavramlara değil—ve özünde, zihinsel serbestlik, bu anlamlandırma sürecinde belirleyici olmalıdır.

 Dünyada ne tek başına yaşamak ne de tek başına ölmek sonsuz bir soyutlama gerekliliği kaynaklı mümkün değildir; öyle ki insanlık, ortak bir amaç ve merkez olmadan varlığını sürdüremez. Birey, herhangi merkeze ulaşma yolunda çoğu zaman içindeki bir eksikliği kapatma arzusuyla da hareket edebilir. Gerçek yolculuk ise kendi hayatında kendi merkez motivasyonunu dönemsel olarak şekillendirmek, Bhagavad Gita’nın dediği gibi Başka birinin kusursuz yolunu izlemektense, kendi kusurlu yolunu izlemektir. Bu veya nice ifadeler, bireyin kendi özgür iradesiyle seçtiği anlam veya merkezin hem yaşama hem de ölüme değer katacağını insanoğluna hatırlatmaktadır.


Popüler Yayınlar